Bu yazıyı 4 dakika 20 saniyede okuyabilirsiniz.
Nefes al, nefes ver, iki gözünün arasındaki noktaya odaklan, düşüncelerini rahat bırak, bırak akıp gitsinler, yere değen ayaklarını hisset, nefesini hisset… Kendisiyle bağlantısı kopan her şehirlinin hayatında en az bir kere duyduğu telkinler bunlar. Alışılagelmiş bir meditasyon seansındayız. Çünkü uzun zamandır aradığımız kişiye ulaşılamıyor, evde yokuz, iyi hissetmiyoruz, mütemadiyen sürüklendiğimizi ve koştuğumuzu düşünüyoruz, hiçbir şeye yetişemiyoruz, stres altındayız.
Fütürist Karl Albrecht modern çağ insanı için oldukça tanıdık olan bu kavramı “Zaman Stresi” olarak tanımlamış. Hızlı ve beklentisi bol iş hayatında, belirli bir süre içinde teslim edilecek işin bünyede yarattığı stres, Zaman Stresi oluyor. Çoğumuz için o kadar tanıdık ki, böyle bir şeyin tanımlanmasına ihtiyaç duyulması bile garip geliyor. Endüstri çağının bir ürünü olan şehirlerde yaşayan bizler, çalışma hayatının hızına uyum sağlamakla yükümlü olageldik. Günümüzde Endüstri 4.0 çağında yaşadığımız düşünülürse, bu hızın yaklaşık dörde katlandığını varsayabiliriz. Toprakla aramıza mesafe koyduğumuzdan beri, hayatımız doğanın ritminden çok daha hızlı akıyor. Üstelik uzun süredir tüketim toplumunun da bir üyesiyiz, yani hızlıca tüketip yenilerinin üretimi için yer açmamız gerekiyor. Bu hıza meydan okumak zamanın ruhuna da meydan okumakmış gibi geliyor bazen.
Peki yavaşlamak mümkün mü? Hem evet hem hayır. Sabahın erken saatlerinde kahvaltısını yaptırıp çocuğunu okula yetiştiren, ardından trafikle cebelleşip işe koşan, öğle yemeğini bilgisayarının başında atıştıran, fazla mesaiye kalıp ertesi günkü toplantıya sunum hazırlayan ve bir yandan buzdolabında neler olduğunu anımsaya çalışıp akşam yemeğini kurgulayan, yatağa devrilmeden önceki son 10 dakikasını da çamaşırları makinaya atmak için kullanan şehirli bir anne için yavaşlamak zor. Üstelik “Neden bu kadar streslisin?”, “Kendine zaman ayırmıyorsun!”, “Biraz rahatla, sakinleş,” gibi telkinler de ona oldukça sinir bozucu gelebilir.
Bir yandan ise mümkün; hayatı şimdiye kadar düşündüğümüzden farklı görmek kaydıyla. Yapılacaklar listesi kısa ve öz fakat hayata geçirmesi biraz meşakkatli. İçinde bulunduğumuz toplumların bizi koşulladığı doğruların hepsini ezbere kabul etmemek birinci şart. Örneğin; çocuğunuzun hem çok başarılı bir öğrenci, hem muhteşem bir sporcu, hem yetenekli bir piyanist, hem sosyal ve popüler bir birey olmasına gerek yok. Belki biraz sıkılmaya ihtiyacı var, ne istediğini öğrenmek, ağlayıp sızlamak ve sonunda kendi ilgi alanını bulmak için. Ya da belki sizin o herkesin gördüğü sergiyi gezmeniz, o en popüler restorana gitmeniz ya da muhteşem ev hanımlığınızın yanında iyi bir iş kadını olmanız şart değil.
Dijitalleşme ve teknoloji hayatımızı kolaylaştırıp bizi farklı bir şekilde birbirimize ve dünyaya bağlarken başkaca yan etkilere de sebep oldu. Sürekli bağlantı halinde, tetikte, ulaşılabilir olma; ekranlardan tanık olduğumuz sonsuz bir akışa ayak uydurma çabası; işimizin ve hayatımızın dallanıp budaklanması ile gelen çoklu görev zorunluluğu; sosyal medya bağımlılığı; her zaman her yerde her şeyi takip etmeye insanı zorunlu hissettiren bir şeyleri kaçırma sendromu (fear of missing out syndrome)… Bu ve bunun gibi birçok yeni defomuz mevcut, daha kim bilir niceleri de ufukta bizi bekler.
Sağlığımızı elimizden alan bu defolara sebep olan hıza ve kafamızı her geçen gün daha da karmaşıklaştıran ve aslında hepimizi tek tipleştiren küreselleşmeye karşı farklı şekillerde meydan okuyan oluşumlar mevcut. Bunların en ilham verici olanlarından biri ise Yavaş Hareketi (Slow Movement). Hayattan zevk almayı ve yaşadığımız anın farkında olmayı merkezine alan bu hareketin doğum yerinin İtalya olması şaşırtıcı değil. 1986 yılında Roma’nın en işlek meydanlarından birine, dünyaca ünlü bir fastfood restoranının açılmasına çok içerleyen İtalyanlar; Slow Food hareketini başlatarak yavaşlamanın ilk adımını atmışlar. Yerelliği, yavaşlığı, sofranın sosyal bir alan olarak bağları güçlendirdiğini savunan Slow Food’cular, 1989 yılında İtalya’nın Barolo kentinde Slow Food Birliği’ni kurmuşlar. Ve böylece olaylar gelişmiş, yavaş yemek kavramını “Yavaş İşletmecilik”, “Yavaş Para”, “Yavaş Seyahat”, “Yavaş Turizm”, “Yavaş Okul” gibi çeşitli alanlara yayılan yavaşlıklar takip etmiş. En nihayetinde bütün bu kavramların hayat bulduğu Yavaş Şehirler (Citta Slow) oluşmuş. Çünkü bu yavaş sistemin, şehirlerden başka işleyeceği bir alana ihtiyacı olmuş.
Yavaş Hareketi’nin temelinde yatan çok değerli bir önerme var: Bağlantı kurmak. Dünya, gelişen iletişim yollarıyla küresel bir köye dönüşürken aslında bağlantısız yaşamların da mekanı haline geliyor. Ve aslında içimizdeki huzursuzluğun bir sebebi de bu. Geçmiş zamanlarda insanlar toprağa, çevresindeki topluma ve en önemlisi kendilerine daha bağlılardı. Kendilerini dinlemek için daha fazla zamanları, besinlerini elde ettikleri bir toprakları, yardımlaştıkları komşuları vardı. Kimi yerlerde bunlar hala mevcut elbette. Yokluklarında ise sıkıntılar baş göstermeye başlıyor.
Geçtiğimiz günlerde, bulunduğum sayfiye şehrindeki bana göre sonsuz uzun yanan trafik ışıklardan birinde bekliyordum. Işık kırmızıdan yeşile döndüğü anda, önümdeki kamyonetin şoförü olan amcaya, 3 saniye bekleyerek kalktığı için kızarken buldum kendimi. Üstelik uçağa falan da yetişmiyordum. Sadece içimdeki şehirlinin bu bekleme süresine tahammülü yoktu. Sonradan, bulunduğum yerde uzun süredir korna sesi duymadığımı ve zamanın aslında daha yavaş aktığını farkettim. Kızgın olduğum amcanın ise benim sinirli halimi farkettiğini bile sanmıyorum. Zira onun içsel saati benimki kadar hızlı işlemiyordu. Eski dünyaya ait bir cevher bulmuş gibi sevindim. Sonra da suçluluk duygusu hissettim. Çünkü duruma nostaljik duygularla yaklaştığımı anladım. Orda uzakta bir köy vardı, o köy bizim köyümüzdü benzeri bir nostalji duygusu.
İçinde bulunduğumuz kişisel buhranlar çağında ruhumuzu rahatlatacak çözümler, “Nerede o eski günler!” tadında bir nostalji yapmak yerine, günümüze özgü yeni ve yavaş çözümler üretmekten geçiyor. Çözüm yollarının başında da yeniden bağlantı kurmak geliyor. Zaman her şeyi yapmamanın, bulunduğumuz anda kalmaya çalışmanın, her zaman ulaşılabilir olmamanın, telefonumuz yerine birlikte zaman geçirdiğimiz insanların anlattıklarına odaklanmanın, doğada daha çok vakit geçirip onun bir parçası olduğumuzu kavramanın, lokmalarımızın yavaş yavaş tadını çıkarmanın, nefes alıp nefes vermenin ve en önemlisi hayatımız ve sahip olduklarımız için şükretmenin zamanı.
Çiğdem Toparlak
Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden mezuniyetinin ardından Türkiye’nin ilk iPad gazetesi Zete’de gazeteci olarak çalıştı. Zete’nin ardından dahil olduğu Doğuş Yayın Grubu’nda gençlik dergisi Vodafone FreeZone’un yayın yönetmenliğini ve yayın grubu bünyesinde değişik mecraların editörlüğünü yaptı. 2015 yılında Türkiye’de yayınlanmaya başlayan Condé Nast Traveller dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. 2017 yazında derginin yayınının durdurulmasının ardından InStyle Türkiye dergisine yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Halen çeşitli yayınlara yazılarıyla katkıda bulunuyor, sürdürülebilirlik ve sürdürülebilirlik iletişimi üzerine çalışmalar yürütüyor. Lisanslı bir yüzücü olan Çiğdem Toparlak; tüplü dalış, snowblading ve rüzgarsörfü gibi sporlarla ilgileniyor.
17.10.2018
İlgili yazılar:
https://www.ruhundoysun.com/yazilar/dogada-olmak/
https://www.ruhundoysun.com/yazilar/agaclarin-gizli-yasami/
https://www.ruhundoysun.com/yazilar/denize-dogru/