Bu yazıyı 3 dakika 4 saniyede okuyabilirsiniz.
Hipokrat denizin bedenimiz üzerindeki sağaltıcı etkisini keşfedeli binlerce yıl geçmiş. Peki ya suyun bedenimiz üzerindeki terapi etkisi? Anne karnındaki rahatlatıcı ortam, hemen en yakın kıyıdan bizi çağırıyor.
Sabah saat 06.00. Yataktan çıkıp, içime mayomu giyip, önceki akşamdan hazırladığım antrenman çantamı kapıyorum. Yolda ağzıma bir muzu ancak tıkıştırmışım. Havuzun kenarına vardığımda saat 06.30. Dışarıda deli gibi kar yağıyor. Kapalı havuzda klorla karışık bir kahve kokusu var. Antrenörümüz Anka sabah kahvesini içmeden ayılamayanlardan. Biz ise yatağın sıcağına inat tüylerimizi ürperten o soğuk suya atlayınca ayılacağız. Sabah antrenmanının şakası olmaz, kemiksiz bir dört kilometremiz var.
Standart bir yüzücü için yedi yaşından itibaren sabahlar böyle başlar. Okul ve ardından gidilen ikinci antrenmanla devam eder. Yüzme meşakkatli bir spordur, dirençli olmayı, psikolojik olarak motive olmayı gerektirir. Profesyonel olarak icra edilen her spor dalında olduğu gibi aslında. Fakat bir farkla: İçinde bulunduğumuz su ortamı.
İnsanın bedeninin yüzde 60’ının sudan oluşması aslında konu hakkında ipucu veriyor. Hal böyleyken kendimizi kara canlısı olarak tanımlamamız bedenimize haksızlık. İnsanoğlunun kendine yaptığı bir diğer haksızlık ise, ana rahminden başlayan, su ortamıyla olan ilişkisini doğumun ardından böylesine keskin bir şekilde koparması. Bebekler doğdukları andan itibaren yüzmeye meyilli yaratıklar. Yani aslında siz ufak bir çocuğa yüzmeyi öğretirken ona yeni bir şey öğretmiyorsunuz; sadece bildiklerini ona hatırlatıyorsunuz.
Çoğu zaman suyun içinde, yer çekimine yenik düşmediğim anlarda kendimi daha rahat hissediyorum. Suyun doğal kaldırma kuvveti aslında bedenim üzerindeki yeryüzü baskısını da azaltıyor. Bu özelliğiyle yüzme, rehabilite edici bir spor. Sakatlanma riskinin en az olduğu, böylece eklemlerin ve bedenin olabildiğince esnediği ve aslında suya uyum sağladığı bir aktivite. Karadan suya geçtiğinizde işler tersine dönüyor, bacaklarınıza yüklediğiniz vücudu taşıma görevi üst bedene doğru kayıyor. Serbest, kelebek, kurbağa, sırt ya da kendiniz uydurduğunuz yüzme stiliniz… Hangisini tercih ederseniz edin; yüzme sırasında, vücudunuzdaki, özellikle üst bedene ait 50 farklı kas bölgesini çalıştırıyorsunuz; bir şekilde tüm bedenininiz akışın içinde. Günümüzde kafamıza dank eden bütünsel yaklaşım, aslında suyun bedenimize yaptığı muamelenin ta kendisi.
Akış… Ne kadar da suya yakın bir kelime… İçinde bulunduğumuz ve aslında direndiğimiz akış, bizi hayata bağlayan şey özünde. Bir kulaç atarken diğerinin nasıl geleceğini düşünmez ve ilerlersiniz, ve sonra diğer kulacınız da onu takip eder. Ayaklarınız ve bedeniniz de bu sürece dahil olunca siz de suyla beraber akışa katılırsınız. Buna eklenen bir şey daha vardır aslında: Yüzmenin meditatif etkisi. Tekrarlayan hareketlerin zihin üzerinde sakinleştirici bir etkisi elbette ki var. Bunun üzerine bir de suyun sağaltıcı, anksiyete önleyici, rahatlatıcı etkisini katınca; ortaya eni konu bir rehabilitasyon seansı etkisi çıkıyor.
Yüzücüler arasında sıkça kullanılan bir deyim vardır: “Born to Swim”. Yani, “Yüzmek için doğanlar”. Ünlü ABD’li yüzücü Michael Phelps, tam da bu deyimin içeriğini dolduranlardan. Rodoslu Leonidas’ın 12 madalyalık rekorunu kıran ilk olimpik sporcu olan Phelps, tam bir Aquatic Body örneği. 1,93’lük boyundan daha da uzun kulaç genişliği (203 santimetre), birer palet büyüklüğündeki ayakları (48,5 numara), üst bedeninden daha kısa bacakları ve standart bir atletin yarısı kadar laktik asit salgılamasıyla tam anlamıyla mükemmel bir yüzücü. Fakat Phelps’in bu kadar başarılı olmasının altında yatan yegane sebep bu değil. Haftanın 6 günü, günde 6 saat olmak üzere toplamda 80 kilometreyi bulan bir antrenman grafiği var. Bu da ancak inanmış, bu işe gönül vermiş, çok çalışkan birinin becerebileceği bir dirayeti gerektiriyor.
Her birimizin birer aquatic bedene ya da olimpiyat atleti kararlılığına sahip olması şart değil, yüzmenin sağaltıcı etkisinden faydalanmak için. Hele bir de hava ısındığında, deniz istemesek de kendine çağırıyor bizi. Bir kulaç, sonra bir kulaç daha, suda dengesini bulan bedeni takip eden ayaklar… Hipokrat’ın milattan önce 400’lü yıllarda teşhisini koyduğu deniz suyunun mineralle dolu o iyileştirici etkisi bedenin her yanına nüfus ediyor. Anlamını Yunanca ‘Deniz’ anlamına gelen ‘thalasso’ sözcüğünden alan thalassotherapy’nin günümüzün faydalı kabul edilen terapi yöntemlerinden biri sayılması boşuna değil. Şimdi mevsim de elimizden tutarken yüzümüzü denize dönmenin tam zamanı. Bedenimizi doğal ortamına kavuşturmak, zihnimizdeki yükleri suyun kaldırma kuvvetine bırakmak için…
Çiğdem Toparlak
Galatasaray Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden mezuniyetinin ardından Türkiye’nin ilk iPad gazetesi Zete’de gazeteci olarak çalıştı. Zete’nin ardından dahil olduğu Doğuş Yayın Grubu’nda gençlik dergisi Vodafone FreeZone’un yayın yönetmenliğini ve yayın grubu bünyesinde değişik mecraların editörlüğünü yaptı. 2015 yılında Türkiye’de yayınlanmaya başlayan Condé Nast Traveller dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. 2017 yazında derginin yayınının durdurulmasının ardından InStyle Türkiye dergisine yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Halen çeşitli yayınlara yazılarıyla katkıda bulunuyor, sürdürülebilirlik ve sürdürülebilirlik iletişimi üzerine çalışmalar yürütüyor. Lisanslı bir yüzücü olan Çiğdem Toparlak; tüplü dalış, snowblading ve rüzgarsörfü gibi sporlarla ilgileniyor.
İlgili yazılar:
https://www.ruhundoysun.com/yazilar/dogada-yoga/